Şampiyon Hikâyesi: Aurelion Sol

Aurelion Sol, bir zamanlar kozmosun engin boşluğunu kendi eseri olan gökyüzü harikalarıyla donatmasıyla tanınır. Şimdilerdeyse muhteşem gücü, kendisini kandırıp köleleştiren uzay kâşifi bir imparatorluğun boyunduruğunda. Yıldızları işlediği günlere dönme hasretiyle yanıp tutuşan Aurelion Sol, özgürlüğünü yeniden kazanmak için gerekirse gökteki yıldızları bile yeryüzüne indirmekten çekinmez.

Kuyruklu yıldızlar genellikle büyük değişimlerin ya da huzursuzluklarla dolu günlerin alâmeti olarak yorumlanır. Bu alevler içinde gelen habercilerin ışığında yeni imparatorlukların yükseldiği, kadim medeniyetlerin çöktüğü; hatta göründükleri dönemlerde yıldızların bile gökten düşebileceği rivayet edilir. Bu teoriler çok daha tuhaf bir gerçeğin sadece görünen tarafıdır oysa. Aslında kuyruklu yıldızların ışıltısı, akıl sır ermez güce sahip bir kozmik varlığı gizlemeye yarar.

Aurelion Sol adıyla tanınan varlık, uzay tozlarının birleşip dünyalar ortaya çıkardığı ilk zamanlarda bile kadim bir varlıktı. Her şeyin meydana geldiği o ilk anda doğan Aurelion Sol; hayal bile edilemeyecek boyutlardaki bu tuvali, kendisi için muazzam bir mutluluk ve gurur kaynağı olan ışıltılarla doldurmak için engin boşluğu arşınlamaya başladı.

Kozmik ejderhalar nadir görülen varlıklardır; bu nedenle de Aurelion Sol emsalleriyle çok az karşılaştı. Gün geçtikçe daha fazla yaşam biçimi ortaya çıkıp kâinatı doldurdukça, Aurelion Sol’un göklerdeki eserlerine hayret ve merakla bakan ilkel gözlerin sayısı arttı. Sayısız dünyadan bu kadar hayranının olmasıyla gururu okşanan Aurelion Sol, bu varlıkların yeni filizlenen medeniyetlerini izlemekten büyük keyif alır oldu; yıldızlarının tabiatı hakkında komik ve sadece kendilerini temel alan felsefeler ortaya koyuyorlardı.

Layık gördüğü pek az ırktan biriyle daha derin bağlar kurmayı arzulayan kozmik ejderha, varlığıyla onurlandırmak için türlerin en hırslısını seçti. Seçilen bu bir avuç varlık, kâinatın sırlarına vakıf olmaya çalışıyordu ve çoktan kendi gezegenlerinin ötesine uzanmayı başarmıştı. Yıldızların Hâkimi’nin minicik gezegenlerine inip varlığını Targon’lulara ilan ettiği gün hakkında nice mısra yazılmıştır. Gök kubbeyi yoğun bir kasırgayla kaplayan yıldızlar, döne döne görenlerin hem gözlerinin kamaşmasına hem de dehşete kapılmalarına neden olan, devasa bir biçim almıştı. Yaratığın bedeninde pırıl pırıl kozmik mucizeler yüzüyordu. İradesiyle yepyeni yıldızlar ışıldıyor, takım yıldızlar düzenlerini değiştiriyordu. Işık dolu gücüne doğal olarak hayran kalan Targon’lular, ejderhaya Aurelion Sol adını verdi ve ona hürmetlerini temsil eden bir hediye sundu: Yıldız taşlarıyla bezeli, ihtişamlı bir taç. Bu hediyeyi çok beğenen ejderha, tacı hiç düşünmeden taktı. Yine de Aurelion Sol çok geçmeden can sıkıntısına yenik düştü ve uzayın bereketli enginliğindeki uğraşlarına döndü. Gelgelelim ziyaret ettiği minik dünyadan uzaklaştıkça ruhuna daha fazla işleyen bir sıkıntı hissetti; sanki bir güç onu yolundan saptırıyor, başka bir yere çekiyordu! Kozmik enginliğin öbür ucundan haykırıp emirler yağdıran sesler geliyordu kulağına. Anlaşılan aldığı hediye, aslında hediye falan değildi.

Hiddete kapılan Aurelion Sol, kendisine hükmetmeye kalkan dürtülere direndi ve bağlarını güç kullanarak koparmaya çalıştı; ancak yeni efendilerine yönelik her saldırısına karşılık yıldızlarından birinin gök kubbeden ilelebet silinip gittiğini fark etmesi uzun sürmedi. Aurelion Sol artık muazzam bir büyünün boyunduruğu altındaydı ve bu büyü yüzünden güçlerini sadece Targon’un çıkarına kullanmaktan başka çaresi yoktu. Evrenin derinliklerinde, kâinatın temel taşlarını yerle bir etmeye çalışan menfur canavarlara karşı mücadele etti. Bazılarını zamanın başlangıcından beri tanıdığı başka kozmik varlıklarla dövüştü. Bin yıl boyunca Targon’un savaşlarını yürüttü, egemenliğine yönelik bütün tehditleri alaşağı etti ve Targon’luların yıldızlara uzanan bir imparatorluk kurmalarına yardımcı oldu. Oysa bütün bu vazifeler Aurelion Sol’un olağanüstü yeteneklerine hakaretti; ne de olsa o, kâinata ışık getirendi! Neden bu aşağılık yaratıklara boyun eğmek zorundaydı?

Geçmişteki ihtişamlı eserleri bakımsız kalan gök kubbeden yavaş yavaş silinip giderken, Aurelion Sol bundan böyle asla yeni ışıldamaya başlamış bir yıldızın sıcaklığını hissedemeyeceğini kabullendi. Sonra kendisini bağlayan inatçı güçte bir zayıflama hissetti. Tacından gelen sesler daha az duyulmaya, çelişkiye düşmeye, birbiriyle çatışmaya başladı; bazıları da tastamam suskunluğa gömülüyordu. İdrak edemediği bilinmez bir karmaşa, kendisini boyunduruk altına alanların dengesini bozmuştu. Çözülüyorlardı ve dikkatleri dağılmıştı. O zaman kozmik ejderhanın yüreğinde bir umut ışığı belirdi.

Sonunda özgürlüğüne kavuşma ihtimalinin kışkırtıcı cazibesine dayanamayan Aurelion Sol, böylece her şeyin başladığı dünyaya döndü: Runeterra’ya. Denge nihayet burada onun lehine değişecek. Böylece yıldızların dört bir yanındaki nice medeniyet, Aurelion Sol’un başkaldırısını seyredip bir kez daha kudretine şahit olacak. Kozmik ejderhaların gücünü kendi çıkarları için çalmaya heves edenlerin akıbetini görmeyen kalmayacak.

aruelion sol 7

İKİZ ŞAFAKLAR

Bu dünyanın tanıdık güneşi ufkun ötesinde saklanmakta. Aşağıda kaba ve donuk topraklar serili. Dağlar bükülüp, boş topraklar boyunca ince parmaklar gibi uzanan engellere dönüşüyor. Saraylar ya da saray bozuntuları heybette en cüce tepelerden fazlasını aşamıyor. Gezegenin ufuk yayı, aşağıda yaşayanların pek azının tanık olabileceği bir sükunet içinde yıldızlarla buluşuyor. Bu dünyanın sakinleri öyle dağınık yaşıyor, elle tutulur herhangi bir algı düzeyine öyle uzaklar ki fethedilmelerine rağmen içinde bulundukları elim vaziyeti idrak etmekten dahi acizler.

Önceden belirlenen hedefime doğru süzülürken topladığım alevlerin ışıltısı, altımdaki dünyayı aydınlatıyor. Kâh savaşan, kâh korkuya teslim olan, kâh mutlulukla dolup taşan yaşam biçimleri, aşağıda bulabildiği her verimli köşeye kanca atmış. Ah, tepelerinden süzülüp geçerken nasıl da hayranlıkla bakıp beni işaret ediyorlar. Kulağıma bana verdikleri isimler geliyor: Haberci, kuyruklu yıldız, canavar, ilah, iblis… Gerçeği tutturamayan sayısız isim.

Engin bir çölün ortasından, bu ilkel toplumların arasındaki en üstün medeniyetin beşiğinden, tanıdık bir büyünün yükselen titreşimlerini hissediyorum. Bakın hele şu işe; devasa bir Güneş Kursu inşa edilmekte. Zavallı köle işçiler haşmetimin karşısında başlarını dövüp üstlerini başlarını parçalıyor. Zalim efendileri, hızla ilerleyen ateş topu şeklindeki suretimi görünce şüphesiz iyiye alamet olarak yorumluyor. Geçişimi kaba saba resimler şeklinde adi taşlara işleyecek, bu kuyruklu yıldıza göklerdeki ilahın yaptıkları işleri tasdik ettiğine işaret eden bir lütuf falan diyecekler. Kurs’un yegane işlevi, güneşin kudretini bu kendini beğenmiş insanımsı yaratıkların en ”şanlılarına” aktarıp onları yeni tahammül edilmez yarı tanrılara dönüştürmek. Gezegenin tek eksiği de bu ya zaten. Şüphesiz bu uğraşları geri tepecek. Gerçi kısa bir süre istediklerine ulaşabilirler. Belki bin yıl falan ihtişamla ışıldadıktan sonra düşüp başkalarının gölgesinde kalacaklar.

 

Çöl, izimden gelen gecenin içinde solup giderken; ben tenha bozkırları aşıyor, ardından yeşillerle süslenmiş kahverengi tepelerin üzerinden döne döne süzülüyorum. Kan revan içindeki ölüler ve can çekişenlerle dolu bir meydan, güzelim manzarayı lekeliyor. Hayatta kalanlar kaba baltalarla birbirini biçmeye çalışırken savaş naraları atıyor. Taraflardan biri ağır bir bozguna uğramak üzere. Kıvranan savaşçıların yanına saplanmış mızrakların tepesine geyik kafatasları geçirilmiş. Hâlâ ayakta olan pek azı; tüylü, devasa yaratıklara binmiş askerlerce kuşatılmış.

aurelion sol

Bu yenilip etrafı sarılmış askerler beni görünce sanki içleri yeni bir cesaretle doluyor. Yaralılar ayağa kalkıyor ve baltalarıyla yaylarını kaptıkları gibi son bir direnişe geçip hasımlarını gafil avlıyor. Minik çarpışmalarının devamını görmek için oyalanmıyorum çünkü bu bin defa tanık olduğum bir sahne: Her zamanki gibi sağ kalanlar kuyruklu yıldız suretimin benzerlerini inlerinin duvarlarına işleyecek. Soylarından gelenler, bin yıl boyunca resmimi sancaklarında taşıyacak ve bu sancakların altında aşağıdakine benzer nice savaşa koşacaklar. Tarihi kaydetmek için bunca çaba sarf etmelerine rağmen, hatalarından neden ders almadıkları hayret verici doğrusu. Bu benim öğrenmek için çok acı bedeller ödediğim bir ders.

Onları içler acısı döngüleriyle baş başa bırakıp önüme bakıyorum.

Rotamda bu dünyanın başka sakinleri de görünüyor. Bunların da tepkileri, sıradanlığın ötesine geçmiyor: Parmakla gösterenler mi ararsınız, diz çökenler mi, taş sunakların üstünde bakireler kurban edenler mi? Bakışlarını gökyüzüne kaldırıp bir kuyruklu yıldız görüyorlar ama bu alev alev suretin ardında ne olduğunu bir kez olsun sormuyorlar. Onun yerine, gördükleri manzarayı kendi daracık dünya görüşlerine uydurmaya çalışıyor ve benim muhteşem simama hakaret ediyorlar. Gelişmiş demek biraz bol keseden dağıtmak olacak ama biraz daha ”gelişmiş” türlerden bazıları gökyüzünü inceliyor ve koordinatlarımı bilimsel günlüklere kaydedip, beni bir kehanet aracı olarak kullanıyorlar. Bu az da olsa umut verici ama bu türlerin yeni yeni gelişmeye başlayan zekâları bile beni öngörülebilir yörüngeye sahip, düzenli meydana gelen bir kozmik olay şeklinde yorumlamaktan öteye gidemiyor. Ah, zincirlerini bir kırabilseler neler başarırlardı diyorum ama… Neyse, toprağa bağlı bu basit zekâlıların heba olan potansiyeli için dertlenmenin anlamı yok. Zaten suç tamamen onlarda da değil. Evrim, bu dünyada sağlam bir zemin yakalamakta sahiden zorlanıyor sanki.

 

Heyhat, böyle çocuksu maskaralıklar da ilginçliğini yitirmeye başladı. Büyülü esaretimin bitmek bilmez enerjisi, beni yüzyıllardan beridir dünyadan dünyaya savurup duruyor. Şimdi de beni bu tanıdık, nahoş kaya parçasına geri getirdi. Yüzeyini ışıltıyla yıkayan yıldız, ilk eserlerimden biriydi; sevgi ve ışığın bir birleşimi. Ah, o sadece kendisini işleyen ellerin sahibinin görebildiği renklerle ışıldayarak yaşamına başladığı o an yok muydu? Yıldızların yepyeni bir enerjiyle çıtırdayıp yüzümü ısıtışını ve parmaklarımın arasında kıpırdanışını nasıl özlediğimi anlatamam. Her yıldız kendine has, ustasının ruhunu yansıtan, değerli bir enerji yayar. Sonsuz karanlığa meydan okurcasına parıldayan, kozmik birer kar tanesidir yıldızlar.

Maalesef hasretle andığım bu hatıralar, ihanetle lekelenmiş vaziyette. Evet, işte Targon beni tam da burada boyunduruğu altına almıştı. Mamafih şimdi geçmişteki hatıralara takılıp kalmanın vakti değil. Şu küflü Suretler, kendi adlarına başka bir gediği daha kapatmamı istiyor.

Sonra o kadını görüyorum. Bu dünyanın ışıltılı savaşçısı, küçük tepelerden birinin zirvesinde, yıldıztaşından bir kargı savuruyor. Kendini yıldırım zanneden bu basit kıvılcım, beni fani bir bedenin gözleriyle izliyor. Omzunun üzerinden düşen kalın örgülü kestane rengi saçı, solgun ve çilli tenini örten altın bir göğüs zırhının üzerine dökülüyor. Savaşlarda yıpranıp gitmiş miğferinin yüzünde örtmediği tek yer gözleri ve bu gözler, teniyle zıt bir kırmızıyla ışıldıyor.

aruelion sol 1

Kendine Pantheon diyor; Targon’un savaş hiddetinin yeniden doğmuş hâli. Bu dünyada Pantheon unvanını taşıyan ne ilk ne de son kişi.

Kaslı kolunu kaldırıp muazzam bir zinciri çekermiş gibi hareket etmeye başladığında, ışıltılı pelerini, ardında bir bayrak misali dalgalanıyor. Acımasızlıkta sınır tanımayan büyülü tasmam beni yolumdan saptırıp kadının durduğu dağa doğru çekiştiriyor. Sonra kadın bana sesleniyor.

Bu dayanılmaz yıldız kakmalı tacın zihnime aktardığı, başımın içinde gümbürdeyen bir sesle haykırıyor. Kadın bilincimi işgal ederken başka her ses solup gidiyor.

”Ejderha!” diyor, sanki kuru bir ağacı tutuştursa bile bayram edecek, o kanatlı, zayıf turuncu alev yaratıklarına benzer bir yanım varmış gibi.

”Kapılarını mühürle!” diye salık veriyor, minicik sivri kargısıyla kayalık bir yarığın dibini işaret ederek. Aşağıda girdap gibi dönen, mor renkli gerçeklik bozunmasını görmeme gerek dahi yok. Bu dünyayı zehirleyen, iğrenç cerahatin kokusunu daha buraya varmadan bile almıştım zaten. Onun yerine gözlerimi Pantheon’a dikiyorum. Tasmalı bir köpek gibi kuyruğumu kıstırmamı bekliyor. Oysa bugün başka olacak; çünkü hatalarımdan dersimi aldım.

Ejderha ,” diye hırıldıyorum. ”Bana bu kadar aşağılık bir isimle hitap etmenin akıllıca olduğundan emin misin?”

Pantheon’un kargıyı tutan eli, silahının bir an düşecek gibi olmasına yetecek kadar gevşiyor. Sanki tek arşınlık mesafe onu hiddetimden koruyabilecekmiş gibi bir adım geriliyor.

Önceki emrini duymamış olabilirim diye bu defa havlarcasına ”Mühürle şu kapıyı!” diyor yeniden. Gümbürdeyen bağırışı, sesindeki kuşkuyu perdelemekten aciz kalıyor. Kargısını bana doğru savuruyor; sanki o kadar minik bir silah bana zarar verebilirmiş gibi.

Targon’un Sureti’ni ilk defa böyle sarsılmış görüyorum. Bir dediğini iki etmeme alışkın değil tabii.

”Vakti gelince bu yeni filizlenen dehşetle ilgileneceğim, sevgili Pantheon.”

”Aldığın emri yerine getir, ejderha,” diye bağırıyor bu Pantheon, ”yoksa bu dünyanın işi biter!”

”Bu dünyanın işi, Targon küstahlığa teslim olduğunda bitmişti zaten.”

Pantheon’un, soyut iplerimi zapt etmek için çabalarken birbirine karışan duygularını hissediyorum. Sonunda öğrendiğim şeyi yeni sezmeye başlıyor. Targon’un dikkati dağınık ve beni bağlayan büyüsünün usul usul zayıfladığının farkında değil.

aruelion sol 4

Pantheon bir kez daha kükrüyor ve bu defa karşı koyamıyorum. İncelikten yoksun büyü, irademin hâkimiyetini ele geçiriyor. Dikkatim, bir zamanlar yemyeşilken şimdi vıcık vıcık mor cerahatin pençesine düşmüş vadiye ve vadinin dibindeki gediğin kaynağına kayıyor. Hiçlik’ten doğma canlı müsveddelerinin gerçeklik duvarını eşelediğini ve havada titreşen, görünmez enerji dalgaları gönderdiğini hissediyorum. Yoklukla aramızdaki perdeyi parçalıyor ve melun geçişlerinin ardından vücut buluyorlar.

Bu çok gözlü ve kabuklu hilkat garibeleri bana doğru çekiliyor. Varlıklarına yönelik en büyük tehdit olan beni yok etme arzusuyla yanıp tutuşuyorlar. Zihnimin derinliklerine uzanıyor ve prangaya vurulmadan önce yıldızların yüreklerini tutuşturduğum güneş ateşlerinin bir benzerini ortaya çıkarıyorum. Saf yıldız ateşinden mızraklar savuruyor ve dalga dalga gelen bu azılı dehşetleri kavurup, geldikleri çarpık sonsuzluğa geri püskürtüyorum. Gökyüzünden için için yanan kabuklar yağıyor. Tamamen yok olmamalarına şaşırmıyor değilim; gelgelelim Hiçlik’ten doğanların bu evrende işlerin nasıl yürüdüğünü bilmediğini de unutmamak gerek.

Nabız gibi atan bir hastalık hissi havayı sarıyor. Bozunmanın merkezinden yükselen bir irade seziyorum… Hırslı, boyun eğmez ve bu Hiçlik yaratıklarının alıştığım bilinçsizliğinden çok ama çok daha öte bir şey. Gerçeklikte açılan yara esneyip kabarıyor ve temas ettiği her şeyi çarpıtıyor. Öbür taraftaki her neyse, gülüyor!

Pantheon bir başka emir haykırıyor ama dediklerini duymazdan geliyorum. Evrende açılan bu doğadışı gedik beni kendimden geçiriyor. İcabına bakmak zorunda kaldıklarımın ilki değil elbet, lâkin bu gedikte farklı bir şey var. Âlemler arasındaki engellerin böylesine dehşet verici bir şekilde çarpıtılabilmesine hayran kalmadan edemiyorum. Varlığın özünü parçalamak için gereken dehşetengiz güce sahip olmak şöyle dursun; bu engellerin karmaşık tabiatlarını bile pek az varlık idrak edebilir. İçten içe biliyorum ki böylesine muazzam bir gediği kesinlikle o adi ve iğrenç yaratıklar açmış olamaz. Hayır. Bu tabiat ihlâlinin ardında daha büyük bir şey olmalı. Nasıl bir varlık bu kadar dengesiz ve tehlikeli bir gediği zapt edecek güçte olabilir diye düşününce içime bir huzursuzluk çörekleniyor. Sonraki adımımı atmak için Pantheon’un haykırdığı emirlere ihtiyacım yok; peş peşe sıraladığı talepler ezelden beri hayal gücünden yoksun olmuştur zaten. Karşısına çıkan her şeyi sömüren böylesine güçlü bir boyutlar arası yırtılmayı şıp diye kavurup kapatmak mümkünmüş gibi, gediğe bir yıldız savurmamı buyuruyor.

aruelion sol 6

Nasıl oldu da bu kıt zekâlı yarı ilahlara esir düşebildim?

Öyle olsun. En azından birkaç tane yakıcı kozmik harikanın bu soruna derman olabileceğine dair ”mantıkları” o kadar da temelsiz sayılmaz. İtaatkâr hizmetkâr rolüne birazcık daha devam edeceğim.

Bundan sonraki hamlemi zevkle yapıyorum. Kısmen herkesin aklına kazınacağı, kısmen eski gücümün birazını serbest bırakmak güzel hissettirdiği ama asıl bu Hiçlik işgalini kontrol eden bilinç her neyse, ona kimsenin kendi varlık düzlemimde bana gülemeyeceğini göstermek istediğim için.

Atmosferdeki temel elementler çağrımla uçarcasına gelip toplanıyor ve plazma hâlinde bir anomaliye dönüşüyorlar. Genişleyen yıldız tozları, sessiz emrimle infilak ediyor. Sonuçta uzayın derinliklerinde ışıldayan haşmetli eserlerimin minik bir benzeri ortaya çıkıyor. Ne de olsa bu hassas gezegene palazlanmış bir yıldız atacak hâlim yok.

Yeni doğan yıldızın göz alıcı ışıltısı ellerimden uçup gidiyor. Her daim yanımda olan iki kardeşi ona katılıyor. Etrafımda ışık saçan bir dansa koyuluyorlar; sıcaklıklarından bembeyaz görünen çekirdekleri, kendime doğru çektiğim toz ve madde bulutlarını sömürüyor. Hep birlikte bir yıldız fırtınasına dönüşüyoruz. Gece gökyüzünün yeryüzünde vücut bulmuş hâli, görenlerin aklını başından alan bir yıldız ateşi topacı gibiyiz. Nefesimle öyle saf, öyle yoğun bir ısı veriyorum ki dünyanın kavisi gözle görülmeyecek kadar olsa da ilelebet içine çöküyor ve etrafımda fırıldak gibi dönen kavurucu yıldız tozları peyda oluyor. Gök kubbe alevinden ışıl ışıl hareler, gediğin merkezinden dönerek yükseliyor. Yerçekimi, birçok gözün hiçbir zaman tanık olamayacağı renk dalgaları arasında eriyip gidiyor. Maddeyi büken yıldızlarım, çekirdeklerine giren yakıt arttıkça daha da parlaklaşıyor, daha yoğun bir ısı yayarak yanıyor. Ortaya tepeden tırnağa nefes kesici bir manzara çıkıyor; kör edici ışıkla kavurucu sıcak adeta raks ediyor. Etraf öylesine ısınıyor ki bir anlığına yepyeni renk tonları meydana geliyor. Bu güzel duygu karşısında sırtımda bir ürperti hissediyorum.

Ağaçlar paramparça oluyor. Nehirler buharlaşıyor. Vadiyi kuşatan dağların duvarları, dumanlar içinde çatırdayıp heyelana dönüşüyor. Güneş Kursu’nu ayağa kaldırmaya çalışan yorulmaz işçiler, tepeyi almaya çalışan askerler, yıldızları seyredenler, tapınanlar, dehşete düşenler, kıyamet tellalları, umutsuzlar, yeni yükselen krallar… Tepelerinden geçen kuyruklu yıldıza bencil gözleriyle tanık olan kim varsa bu süper novayı vakitsiz doğan bir güneş gibi görüyor. Işığım bu acınası kürenin dört bir yanında en karanlık geceyi bile gözleri kör eden bir gündüze çeviriyor. Acaba bu olağanüstü olayı açıklamak için ne saçmalıklar uyduracaklar?

aurelion_sol_by_artist_laina-d9upr1g

Targon’lu efendilerim bile gücümün bu haşmetli hâlini nadiren görmüştür. Bir zamanların yemyeşil vadisinden geri kalanlara benzer yara izleri taşıyan bir dünya daha olamaz. Ben işimi bitirdiğim zaman hiçbir şey ayakta kalamaz.

Pantheon’un yeniden vücut bulmuş bu hâli bile. Ne onu özleyeceğimi söyleyebilirim ne de kafasız haykırışlarını.

Yıkıcı gazabım dinerken, eskiden heybetle yükselen dağlar çöküyor ve molozları eriyip vadi boyunca uzanan lav akıntılarına dönüşüyor. İşte altımdaki dünyaya bıraktığım yara izi bu. Cehennemin dibini boylayasıca taçtan, bütün vücuduma dayanılmaz bir acı dalgası yayılıyor. Yaptığımın bedelini ödemek üzereyim.

Boynum kasılınca başım yukarı dikiliyor ve gözlerim ölmekte olan bir yıldızın yüreğimi dağlayan görüntüsüne sabitleniyor. Kalbim sıkışıp kalıyor. Bildiğim her şey karmakarışık oluyor. Derinlerden yükselen ani bir kederle dayanılmaz bir umutsuzluk duygusu ruhumu adeta pençesine alıyor. Hani çok değerli bir şey kaybedersiniz ve bütün suçun sizde olduğunu bilirsiniz ya, tıpkı öyle hissediyorum.

Çok eskilerden tanıştığım, meraklı bir yaşam biçimi nasıl olup da işlediğim bütün yıldızları hatırlayabildiğimi sormuştu. Bir tek yıldız meydana getirmenin bile nasıl bir duygu olduğunu bilseler, sordukları sorunun ne kadar yersiz olduğunu da anlarlardı. İşte sevdiceklerimin birinin bile son defa titreşip yok olduğu anda haberdar olmamın sebebi bu. Son nefeslerini verirken sadece enerji hareleri değil, ruhumun özü de uzayın derinliklerine saçılıyor. Yıldızımın yukarıdaki gök kubbede can verişine tanık oluyorum. Son bir defa olanca parlaklığıyla ışıldıyor ve yıkımının alevi, bütün kardeşlerini bir anlığına gölgede bırakıyor. Gücümü Targon’a yöneltmemin bedeli olarak gök kubbe biraz daha tenhalaşırken yüreğim parçalanıyor.

aurelion sol

Bir tek Pantheon’a karşılık, koca bir yıldız. Dizginini koparan gazabımın bedeli bu. İşte böylesine yabani bir büyüyle baş etmek zorundayım.

Birkaç saniye içinde iplerimi yeniden ellerine alıp, beni yeni bir vazifeye koşuyorlar. Ne kadar gelip geçici olsa da başka hiçbir dünyada bu kadar hür davranmamıştım. Dahası, yaptıkları hatalardan ders çıkardım. Artık bir nebze daha özgürüm ve vakti gelince bu dünyaya geri dönecek, bu gizemli enerji kaynağından faydalanacak ve prangamın geri kalanından da kurtulacağım.

Kozmosun dört bir yanına dağılmış fani kabukların içinde dönüp durarak varlığını sürdüren savaşın özüne kulak kabartıyorum. Bu dünyadaki fani bedenini kaybetmekten hiç memnun değil. Şimdiden yeni Pantheon olmak üzere zavallı bir aday seçilmiş bile; Targon Dağı’nın eteklerine yapışıp, gücünü sülük gibi emen Rakkor Kabilesi’nden bir asker. Günün birinde Pantheon’un yeniden hayat bulduğu bu bedenle de karşılaşacağım. Belki bu defaki, yeni bir silah bulup o saçma kargıdan kurtulmayı akıl eder. Pantheon’un, kozmosun dört bir yanındaki semavi hısımlarını hissediyorum. Hepsinin dikkati bir anlığına, fani Suretlerinden birinin kendi silahlarıyla buharlaştığı bu dünyaya çevriliyor. Üzerimde hâkimiyet kurmak için birbirleriyle yarışırken, şaşkınlıklarına giderek büyüyen bir çaresizlik ekleniyor. Suratlarındaki ifadeleri görebilmeyi ne çok isterdim.

Kendimi bu Runeterra dedikleri dünyanın yerçekiminden azat ederken, Targon’un daha önce hiç sezinlemediğim bir duyguyla çalkalandığını hissediyorum.

Korku.

Bu yazıyı arkadaşlarınla paylaş!